Öyle ya da böyle…
Alaylıyı ya da mektepli…
Fark etmez…
Liyakatlıysan…
Bir de yetenekliysen…
Ve işini de seviyorsan…
Kimse önünde duramaz…
Sayfa bağlamaktan Spor Muhabirliğine, Spor Muhabirliğinden Spor Müdürlüğüne, Spor Müdürlüğünden Genel Yayın Yönetmenliğine uzanan yol, beni Gazeteciler Cemiyeti Yöneticiliğine, Genel Sekreterliğine, Başkan Yardımcılığı ile Türkiye Spor Yazarları Yöneticiliği ve Başkanlığına götürdü…
Tabi ki Konyaspor ve 1922 Konyaspor ile Türkiye Boks Federasyonu As Başkanlıkları da, mesleğimin bana manevi getirileri ya da hazzı…
Anlayacağınız bu mesleğe, daha doğrusu benim için yaşam biçimi olan gazeteciliğe yarım asra yakın, yani yaklaşık 50 yılımı verdim…
Boru değil, tam tamına 50 yıl…
“İyi, güzel de bu 50 yıllık ya da yarım asırlık süreçte ne öğrendin veya ne bilirsin?” diye sorarsanız çok değil iki cevabım olur…
Birincisi iyi bir insan olmayı öğrendim…
İkincisi ise Hazreti Mevlana’nın dediği gibi haddimi bildim ve hala da haddimi bilirim…
50 yıllık bu yürüyüşte öğrendiğim en önemli şeyler bunlar…
Benim için de önemli olan bunları öğrenmem ve bunları bilmem…
Gerisi masal…
Ya da kakara kikiri…
Ne derseniz deyin artık…
Beni de çok ilgilendirmiyor ne diyeceğiniz.
xxx
GÖRDÜKLERİMİ YAZDIM
Mesleğimde hep dürüst oldum…
Olayları ne abarttım, ne de hafife aldım…
Kulaklarımla, yani duyduklarımla değil, gördüklerimle, yani gözlerimle yazdım, konuştum…
Yazacağım bu konuda gözlerimle gördüğüm ve şahit olduğum bir konu…
Bir kere burnumun direği sızladı…
Şahit olduğum olay karşısında…
Abartmıyorum; “meczup” desem, değil...
“Provokatör” desem, hiç değil…
Çünkü, karşısındaki insanla konuşma ve hitap şekli görmüş geçirmiş birine benziyor…
Uzun, kirli saçları, uzamış ve sararmış sakalları ile tiyatrocu Uğur Polat’a birebir benzeyen, entelektüel bir tip…
Sanat yönetmeni ya da yazar çizer görüntülü bir tip…
Ağzında bir “pipo”su eksik…
He valla…
Ama belli ki gariban!
Gariban olmasa, Aziziye Camii civarında pinekleyen 65’liklere gözündeki gözlüğü satmaya çalışır, bu 65’likler de gözlüğe ciddi ciddi alıcı olabilirler miydi?
Hem de üç kuruşa…
“İhtiyacım var, satmak zorundayım” diye, yana döne gözündeki gözlüğünü satışa çıkarır mıydı?
Vallahi tallahi yüzüne bakamadım, başımı önüme eğdim ve öylece kalakaldım…
Daha fazla dayanamadım, “ne kadar ihtiyacın var?” dedim…
Bir rakam söyledi…
Abartılı bir rakam olmadığı için gözlüğünü almadım, ama ihtiyacını karşıladım…
Ve “gözlüğünü satarsan bu dünyanın güzelliklerini ya da pisliklerini nasıl göreceksin?” dedim…
Acayip ve ders niteliğinde bir cevap verdi…
“Benim görmem değil, önemli olan parası olanların bizim gibi garibanları görmesi” dedi…
Sonra mı?
“Hadi bana eyvallah” diyerek Kadınlar Pazarı istikametine doğru yürüdü gitti…
Biraz çaprazımda durduğu için, tepeden tırnağa süzmemiştim…
Kendime, “Dost başa, düşman ayağa bakar” dedirtmemek için, ayaklarına bakmamıştım, yanımızdan uzaklaşırken gördüm ki, ayağında ayakkabısı da yoktu…
Burunları açık terlik vardı ayaklarında!
Hem de o ayaz ve soğuk havada…
İçim “cız” etti…
Terliklerini sürüye sürüye yoluna giderken, beni de insanlığımdan utandırdı…
Akşam eve geldim, televizyonu açtım, haber spikeri öyle bir Türkiye anlatıyor ki, kendimi cennette yaşıyor sandım!
Eyvallah…
Peki gündüz yaşadığım olay neydi?
Ben cevabını biliyorum…
Yazıyorum zülfiyare, yazmıyorum bana dokunuyor…
İki cami arasında kalmış beynamaza döndüm…
He valla.
YORUMLAR