Ülkemiz enflasyon canavarının dişlerinin arasından kurtulmaya çalıştıkça, canavarın boğazına biraz daha yaklaşıyor. Açlık sınırının ayyuka çıktığı, açlık sınırının altında gelirle yaşam savaşı verenlerin sayısının her geçen gün çoğaldığı bir ülke olduk.
Her gün pazarlarda alışveriş yapamayıp eli boş dönenleri, bir kilo peynir ya da zeytin alamadıklarını söyleyenleri hepiniz görüyorsunuz. Ancak tabi bu arada özellikle hafta sonları o büyük marketlerin alışveriş çılgınlığı ile dolup taştığına da şahit oluyorsunuz. Bu millet akıllanmayacak dediğinizde “bunların tuzu kuru” diye söylemde bulunanların aslında plansız yaşayanların nasıl o kartlara hücum ettiğinin farkında olmadığını da görürsünüz. Zira sadece gözlemlemek için bazı mağazaların kasalarında kartların cüzdanlardan birinin limiti yetmezse diğeri daha olmazsa diğerinin çıktığını görmek yetti de arttı.
Bugün sizlerle gıda enflasyonu ve etiketlerin nasıl bu kadar hayatımıza etki ettiğini tartışacağız. Bizim ülke olarak gıda enflasyonu diye bir konuyu konuşmamızın bile yersiz olduğunu düşünüyorum. Öyle ki; Türkiye, 7 iklim 4 mevsim, suyu, florası, endemik varlığı ve biyo-çeşitliliğiyle göz kamaştırıcı bir coğrafya… Buğdayın ana vatanı, tarım toplumunun yaygın olduğu bir ülke. Gelin görün ki biz bu cennet coğrafyayı “cinnet coğrafya” haline getirmiş, bereketinden istifade edememiş açlık çeker olmuşuz.
Tarım bizim fırsat penceremiz. Bu fırsat alanını kullanmamızın yolu; ekilmeyen arazi bırakmamızda yatıyor. Yıllardır yatan araziler var. Devlet ekilmeyen arazi bırakmamalı. Arazi sahiplerine üretimden kira ödeyebilir ama işletme becerisi ve ekonomiye katkısı olmalı. Atıl duran toprak nesillere zarar…
Kimi miras yoluyla kimi köyden kentte göçenler yüzünden binlerce tarla boş duruyor. Hatta bazıları ekilmeyince tarla vasfını dahi kaybetmiş. Kimi ormanlaşmaya başlamış… Babadan oğla miras geçen topraklar, şehirleşme kültürü ve modern yaşam, çocukların eğitimleri gibi birçok bahaneyle köyler göçe teslim olmuş durumda. Hal böyle olunca tarımsal üretimde de veriler düşmeye, ülke ithal ürünlere yönelmeye başlar. Aslında öyle verimli ve dört mevsimi yaşayan ülkemizde bu toprakların değerlendirilmesi için ortaya konacak projeler o kadar kolay ki.. önemli olan bu adımları atacak cesareti göstermek.
Ekonomik olarak atılıma geçmek istiyorsak tarımı hem geleneksel hem de modern yöntemlerle geliştirmeliyiz. Ülkemizde modern tarım aletlerini yurtdışına ihraç eden firmalarımız tarımsal aksaklıklarımız nedeni ile bu fırsatı ülkemize sunamıyor.
Özellikle Konya’da tarımsal makinelerin üretimi konusunda yapılan çalışmalarda elde edilen başarılar ortadadır. Fakat biz bakıyoruz KTO Başkanı Selçuk Bey ihracatta artan rakamları övünerek açıklıyor. Evet, tamam güzel de bu tarımsal alanda gelişmeyi ve üretimi artıracak ekipmanları ülke tarımında yeterince kullanılmadığını görmüyorlar mı? Tarımda modernleşme ve üretimde verimi artırmanın birinci yollarından biri bu.
Seçimler nedeniyle vaatleri havada uçuşan belediyeler var. Özellikle Ankara’nın tarımsal başkent yapılması konusunda yapılan açıklamaları duyduğumda ülkenin buğday ambarı Konya’nın hangi konumda olduğu ve bu konuda yapılan çalışmaların yeterli olmadığını fark ettim.
Neden biz gıda enflasyonundan söz edelim. Neden temcit pilavı gibi her konuda pahalılıktan söz ederken gıda fiyatları birinci sırada olsun. Cennet ülkemizde yeterince üretim yapılsa kimse aç kalmaz, kimse yükselen fiyatlardan söz edemez. Tarımsal üretimin, üretici açısından değer bulmadığını, üreticinin ürününü düşük fiyatlarla satmak zorunda olmasının sıkıntısı her zaman dillendiriliyor. Bunu hepiniz duyuyor ve görüyorsunuz. Ancak tarımsal üretim yapan çiftçi, üretici devletin desteğiyle kurulacak kooperatifler atacılığıyla doğrudan tüketiciye sunacakları noktalara ulaştırsalar fiyatlar daha aşağıda olacaktır. Çiftçiye mazot ve vergi desteğiyle atılacak adımların seçim vaatlerinden öteye hayata geçirilmesi, aracıların, komisyoncuların fiyatları yükseltmesini de engelleyecektir.
Bugün markete gittim armudun kilosu 60 lira. Yani üç ya da dört tane armudu o fiyata alacaksınız. Sabit gelirli ve üstelik emekliyseniz o armudu yemeye hakkınız yok. Her zaman dile getirdiğimiz fakat bir türlü karşılığını bulmayan ziraat fakültelerinden mezun olan gençlerin kafelerde garsonluk yapmalarının önüne geçilmesi için alanlarında çalışmalarının yolunun açılması konusu çok derin. Boş tarım arazilerinin o gençlerin ülke tarımına katkı sunabilmeleri için on yıl, yirmi yıl için bedelsiz yap-işlet-devret modeliyle yolları açılsın. Tarım Bakanlığı’nın gözetiminde üretimler gerçekleştirsinler. Hayvancılık ve tarımsal ürünler konusunda aldıkları eğitimleri hayata geçirsinler. Tüketici her gün değişen etiketlere mahkum olmasın. Konu çok geniş ve her yönden tartışmaya açık. Biz bu konuları ülke ekonomisi bu durumdan kurtulmayı başaramazsa daha çok konuşuruz.
Önemli olan, bu süreçte arazilerimizin ve yerel çiftçilerimizin haklarının korunması ve sürdürülebilir kalkınma için stratejik planlamaların yapılmasıdır. Diyeceğim odur ki, buğday tarlasında ekmeksiz kalmayalım. Darı ambarı üzerinde açlık çeken tavuklar olmayalım, ekelim, biçelim, doyalım…
YORUMLAR