Ben çocukken, 150 dönüm tarlamız, yılkıda sayısını bilmediğimiz atımız, 20-25 eşeğimiz, sağılır 750 Koyunumuz, beş on İneğimiz ve danalarımız vardı.
Her yıl yaklaşık 15 ton buğday, 40 ton pancar, yüzlerce kuzu, üç beş dana satardık.
Buna rağmen sırtımızda paltomuz yoktu. Pantolonlarımız yamalı idi.
Okulda arkadaşlarımın giysilerini gördükçe ben kendimizi fakir sanırdım hep. Çünkü üstümüzde başımızda yamalı elbise vardı.
Odun, kömür nedir bilmezdik, sobada “kuyruklu dağın odunu” dediğimiz tezek yakardık. Saman ve kesmük ile ekmek yapılırdı.
Ama et ve et yemeğinden bıkıyorduk, hayvanın iç organları köpeklere verilirdi. Yumurta yememek, süt içmemek için sofradan kaçardık. Sucuğu yapmazdık ama pastırma, kavurma kılan böreği günlük yiyeceğimizdi.
Tereyağı, peynir, yoğurt tuluklarla doluydu sütlükte
Sorardım kendime biz fakir miyiz diye!
O günkü düşünceme göre zengin, şehirde yaşayan, şık giyimli şehirlilerdi.
Hele de bizim mahallenin gerçek adı, Hamidiye olmasına karşın herkes “Çerkez mahallesi” derdi. Komşularımızın çoğu Çerkez’den oluşuyordu. Daha disiplinli, daha tertipli ve daha şıklardı.
Sanırım herkes de böyle düşünüyordu.
Şehirliler, çocuklarını devlet memuru yapmak için okutuyordu. Bunu gören köylüler de çocuklarını okutmaya başladılar:
Okusun hayatı kurtulsun. Köyde hayatını çürütmesin derlerdi.
İşte ne olduysa bu düşünceyle başladı sonun başlangıcı.
Bu düşünce, geleceğimize şekil verdi. Bizi fakirleştirdi.
Yumurta, et, süt, peynir, yağ üretmeden vaz geçtiğimiz gibi domates, patlıcan, biber, patates, soğan da üretmeyen bir ülke olduk.
Seksen yaşına merdiven dayamış birisi olarak AVM’lere, pazarlara bakıyorum ve düşünüyorum: “Meğer babam çok zengin bir adammış, resmen AĞA imiş AĞA.”
Gereksiz harcamaları, gereksiz elbiseleri israf saymış, tasarruf bilmiş
Şehrin ışıltısına, sosyal hayatın cazibesine kapılan köylüler, şehirlere göçtü.
Şehirler büyüdükçe köydeki tarlayı satıp şehirde arsa aldılar; daire karşılığı verdiler. Üçer beşer daire aldılar.
Gel gör ki, o dairede oturanlar sebze, meyve, et, süt, peynir, pastırma, sucuk, kavun, karpuz alamıyorlar.
Hem sebze-meyve yok, hem de alacak para..
Elektrik faturasına kızıyorlar, doğalgazı yakamıyorlar.
Buna rağmen, sürekli şehre göçüyorlar. Çünkü tarım bitti, hayvancılık bitti, ürettiğinin girdilerine para yetiştiremiyorlar.
Abartmıyorum, bu kafa ve bu politika ile devam edersek; inanın bu günlerimiz iyi günler.
Zenginlik şatafatlı, havuzlu, saunalı, kaloriferli konutlarda oturmak değil, gıdaya kolayca ulaşmak ve iyi beslenmektir. Onun için lütfen şehirleşmeyin. Sentetik şehirlerde bunalmayın. Köyünüzde kalın, tavuklarınız, koyunlarınız, keçileriniz, inekleriniz olsun. Ufak bir bahçeniz, biz de harım derler. Harımda biberiniz, salatalığınız, domatesiniz, kavun, karpuzunuz, soğan, sarımsağınız olsun.
Et, süt ürünlerine, meyveye, sebzeye tazecik ulaşın ki; ömrünüze ömür katılsın.
Kendinize sorun bakalım; iyi beslenebiliyor musunuz? Gıdaya kolayca ulaşabiliyor musunuz?
Nereden nereye?!
Esen kalınız.
Not: Kutlayacağımız Kurban Bayramı’nın asil milletime, İslam dünyasına ve siz değerli okurlarıma hayırlı, uğurlu ve kutlu olmasını diliyorum. Kazasız bir bayramımız olsun inşallah!
YORUMLAR