Koşup oğlunun feryadına yetiştiği anda avgazdankafasını çıkartmış, öylece bakan kocaman bir yılanla göz göze gelmişti...
Havalar ısınmaya yüz tutmuş, öğle saatleri güneş insanın sırtını iyice ısıtır olmuştu. Yine asma altında ve yine geçmiş günler, yaşanmışlıklar ile baş başaydı. Bir ömür aynı yastığa baş koyduğu hayat arkadaşı düştü birden aklına. Hayat arkadaşı da ne hayat arkadaşıydı ha. Vefat etmeden önce son zamanları hasta yatağında geçmiş olsa da ömür boyu hep en büyük destekçisi olmuştu.
“Dağdan gelip şu Gonya’da yer yurt sahibi olmuşsak senin gayretin çok” derdi. Veled gızı da hiç mütevazılık kabul etmez “Ne zannettin tabi öyle oldu. Balkona çıktım seslendim. Beni al gacır, başkasına verecekler” diye; “Dur yatsı namazına gidiyorum kılıp geleyim öyle” dedin diye takılırdı hep. Fazla uzatmadan “Eyi ya işte namazda dua ettim. Gelenleri geri çevirip seni bana verdiler. Çok şükür bu günleri gördük” deyip hemen mevzuyukapatma yoluna giderdi. Şu Çaybaşı’na gelip yerleşmeleri de hanımının cevvalliği sayesinde olmuştu.
1941’de Taşkent’ten Konya’ya göç ettiklerinde Topraklık taraflarında ilk oturdukları evin sahibi, bir gecede kapı dışarı yapmış “Dur efendi, bizim adam gurbetten gelsin. Şimdi ben birisi kucağımda 3 çocukla nereye giderim” deyip yalvarmışsa da ev sahibi dinlememiş, tahta kapıyı suratlarına çarpmıştı. Düşünmüş taşınmış gün ışır ışımaz çocukları ve eşyayı bir Antalya arabasının üstüne atıp Çaybaşı’nda hemşerileri Ahmat Ağa’nın Nurullahoğlu Konağı’na vardığında sonuç beklediği gibi olmuş, daralanın kapısına başvurduğu varlı vakıtlı ağa, hemşeriliğini yapmıştı hemen.
“Al şu anahtarı Veled gızı, ta köşede Sarayönlülerinboş evine göçünü at. Size büyük olur amma şimdilik oturun. Yeğen gurbetten gelince bakarız bir çaresine” deyince dünyalar onların olmuştu. İlerleyen yıllarda yer yurt, torun torba sahibi olunacak ve bir ömür konaklanılacak Çaybaşı günleri böylece başlamıştı....
Havuzda biriken kuyu suyunu sebzelere ulaştıran su yolunun kenarlarında biten naneleri toplamaya koyulmuştu yine. Öyle adım başı çay demlenen zamanlara gelinmemişti daha. Horantaya kahvaltıda nane kaynatılır, yüz gramlık paketlerde alınan çay akşam oturmalarına gelen misafire, o da gelenin durumuna göre, ikram edilirdi. “Epey oldu topladığım. Birkaç tutam daha koparayım yetsin gayri” diye düşünürken havuzun başında duran ortanca oğlunun feryadı ile irkildi;
“Anaaaa yetiiiş” Ok gibi fırladı olduğu yerden. Koştu vardı yanına; amma çocuğun beti benzi atmış, dili tutulmuş, titreyerek eliyle avgazın çıkışını gösteriyordu. O da ne! Kocaman bir yılan ile göz göze gelmişlerdi. Hışımla etrafa bakındı ve gözüne ilk çarpan şeyi, fidanları keserlediği baltayı, kaptığı gibi...
Kışın üzeri naylon kaplı ocaklarda yetiştirdikleri fideleri gözü gibi korur, böcü börtü köklerini kesmeden bahara yetiştirdi mi dünyalar onun olurdu. Soğuğa dayanıklı olan ıspanak, pırasa, soğan hasat edilip hale gönderildikten sonra Hıdırellez ile birlikte domates, biber, salatalık, fasulye, kabak, patlıcan dikimi yapılırdı bir uçtan bir uca ev ahalisinin belleyip hazır ettikleri toprağa. Caddeden geçen çayda, su olduğu zamanlarda yolun altından bahçeye çekilmiş adına avgaz denilen su yolundan çevrilen su ile avarlar sulanır, çay suyu kesildi mi motor ile çekilen kuyu suyuna gelirdi sıra.
Veled gızının göz göze geldiği yılan da kullanılmadığı zamanlarda nem ve rutubetten dolayı serin olan ve özellikle yaz aylarında yılan, kurbağa, kirpi gibi hayvanların barınağı haline gelen buradan kendini göstermişti ve büyük bir tehlike az ötede duruyordu. Çocuk, balta yılanın kafasına ha indi ha inecek diye korku içerisinde beklerken ardına saklandığı anasının baltayı yere doğru indirdiğini ve yılana doğru konuşmaya başladığını gördü:
- “Benim çocuklarım var, herhal senin de vardır. Baltayı kafana indirmeden koy git geldiğin yere.”
Çocuk, gerek korkudan gerek şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse. Hele bir de söylenenleri anlamışçasına yılanın geri dönüp geldiği yöne doğru süründüğünü görünce artık daha fazla dayanamayıp kendinden geçti ve anasının kucağına yıkılıverdi...
YORUMLAR