Hikaye bu ya, yıllarca çocuğu olmayan bir şark sultanının nihayetinde bir oğlu olur.
Fakat çocuk şehzadelik çağına gelmesine rağmen her ne kadar eğitim verilirse verilsin bir türlü devlet yönetimi ile ilgilenmez. Üstüne üstlük her defasında yeni konular bulur, olur olmaz yerlerde izahı oldukça güç yalanlar uydururmuş.
Oğlunun bu durumuna çok üzülen sultan, buna bir hal çaresi bulmak için ülkenin en ünlü mollasını huzuruna çağırır.
Mollaya, tehditvari bir şekilde; oğluna gereken eğitimi vermesi ve en azından söylediği yalanları akla uygun bir hale getirip, oğlunun halk nezdinde gülünç duruma düşmesini önlemek için kendisini eğitmesini ister.
Bunun için kendisine iki yıl süre verir; aksi halde mollanın başını vuracağını söyler.
Aradan geçen iki yılın ardından sultan, tüm halkı bir meydana toplar ve artık eğitiminden kuşku duymadığı oğlunu onlara takdim eder.
Herkesin hazır bulunduğu bu ortamda şehzade: “Bir ok attım kebap oldu” der.
Topluluk; “Amma da attın!” demeye başlayınca, molla hemen imdada yetişir:
“Niye atıyormuş ki? Birlikte ava çıkmıştık, şehzademiz havada uçan kuşa okuyla nişan aldı, attı vurdu. Ok kuşla birlikte yere düşerken kayaya çarptı.
Çeliğin kayaya çarpması ile sürtünmeden ateş çıktı. Vurulan kuş da bu ateşe düştü, böylelikle de pişmiş oldu ve de nihayetinde kebap oldu.”
Topluluk bu izah karşısında pes etmiş ve şehzadeyi dinlemeye devam etmiş.
Mollanın bu harika izahı şehzadeyi aşka getirmiş ve daha büyük bir bomba patlatmış: “Bir ok attım göl oldu.”
Ahali bu laftan da bir şey anlamamış ve yine molla ortaya atılmış ve bir açıklama daha yapmış:
“Ey ahali! Şehzademiz veciz konuşmaya devam ediyor, dilerseniz ben açıklayayım. Bir gün kırlarda gezinirken, bir de ne görelim!
Büyük bir kaya parçası gölün yatağını kapatmış, göl kurumak üzere.
Şehzademiz hemen bir ok attı ve kayayı tam ortasından vurup parçaladı ve göl yine suyla doldu.”
Bu açıklamanın ardından halk sevinç içinde ve yüzler tebessümlü, şehzade ise gurur içinde.
Bir müddet sonra alkışlar biter ve şehzade yine söze başlar: “Bir ok attım, aşure oldu.”
Ahali yine hiç vakit kaybetmeden gözlerini mollaya çevirir.
Ancak molla bakmış bu söz hiç de içinden çıkılır bir söz değil. Ve bu sözün izah edilecek bir yönü de yok.
Yerinden doğrulur ve Sultan’ın huzuruna varıp el etek öper ve boynunu bükerek:
“Hünkarım, işte kılıç, işte kelle. Haydi kebap meselesini hallettik, sel meselesini de hallettik. Bu aşure de nereden çıktı.
Suyu bulsak şeker lazım, ,şekeri bulsak buğday lazım… Onu da bulsak nohut vs. lazım bunların hepsini ben nasıl bir araya getireyim.
Boynum kıldan ince, lakin ben de öğrenmek istiyorum, şu şehzade parçasına bir sorun bakalım; bir ok atar da nasıl aşure olur diye?”
Hikaye yaşanmış mıdır yaşanmamış mı bilinmez. Hikayenin üzerinden yıllar geçmesine rağmen hikayedeki sultan da şehzade de molla da günümüzde değişerek varlıklarını korumaktadırlar. Söylenenleri aklıselim ile dinlemez, akıl süzgecinden geçirmeden olduğu gibi kabul edersek, yalan yanlış demeden her şeyi alkışlarsak şehzadenin biri gider diğeri gelir.
Rabbimiz buyuruyor:
“İşte biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına böyle musallat ederiz.” (En’am 129)
Zalimlerden olmamak temennisi ile…
YORUMLAR