"ASIL TEHLİKE PARALEL DEVLET DEĞİL, PARALEL DİN"

"ASIL TEHLİKE PARALEL DEVLET DEĞİL, PARALEL DİN"

Yeni Akit Gazetesi Koordinatörü Hasan Karakaya, Hülya Okur'a konuştu. İşte röportajdan bazı çarpıcı başlıklar: "Yılmaz Özdil'lerin acısı kuyruk acısı...Tekme olayında medya baskısı galip geldi...Gönlümüz Cumhurbaşkanı, mantığımız Başbakan olsun,diyor...Oylar, Erdoğan'ın uzun adamlığına değil...Ak Partide çok cins kafalar var...Her şeyi yazamayan benim...Soma faciası olmasaydı operasyon başlayabilirdi"

26 Mayıs 2014 - 15:09

"Deve kuşuna "Kanatların var, uç" demişler, o, kanatlarını kısıp "Ben deveyim" demiş...Avcının tuzağına düşünce, avcı onu görmesin diye başını kuma gömmüş, koca gövdesi dışarıda kalmış, avcıya hedef olmuş..Sonra ona demişler: "Madem deveyim diyorsun yük götür o zaman" Bu sefer de yükün zahmetinden kurtulmak için kanatlarını açmış "Ben kuşum" demiş, fakat sonunda avcıların hücumundan kurtulamamış. O, kanatlarını da gövdesini de sonuna kadar ortaya koyan biri...O, kanatlarını uçmak için değil ihtiyacı olana germek için kullanan biri...O kanatlarını açtıkça kendisini ortada bırakan biri...O gövdesini iyilere siper eden biri...O avcıların hışmından korkmayan biri...O kendisi gibi... Hasan Karakaya sizlerle..."

 

HÜLYA OKUR - HABERX

 

HÜLYA OKUR-HABERX

[email protected]

 

“İYİ TÜTÜN KIRARDIM”

“Bir güneşim... Bir babam... Bir de terliklerim!” başlıklı yazınızdan çok etkilenmiştim. Güneşiniz, babanız ve terlikleriniz…Hayat öykünüzün neresinden başlamak istersiniz?

1953 yılında Manisa’nın Salihli ilçesi, Borlu köyünde doğdum. 5,5 Yaşına kadar o köydeydim. İlkokul, ortaokul, liseyi Salihli’de bitirdim. Daha sonra Ankara Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla ilişkiler yüksek okulunu bitirdim. Daha bitirmeden, öğrenciliğimin ikinci yılında çalışmaya başladım.

Biliyorum. Tütün tarlasında…

O gazetecilik. İlkokul, ortaokul ve lise yılları(12 yıl)tamamen tütün tarlasında geçti. Ankara’ya geldikten sonra da yaz tatillerinde çalıştım. Fakat mesleğe başladıktan sonra mümkün olmadı. Annem ve babam çiftçiydi. Tütünle meşgul oldular. Ondan sonra bahçıvanlık yaptılar. 4 kardeşiz. 1 kız kardeşim, 3 de erkek kardeşim var. 

Lise bitirme sınavlarından sonra girdiğiniz tütün tarlasında 3 gün çalışıp aldığınız yevmiye parasıyla sınav için İzmir’e gittiniz ve gazetecilik bölümünü kazandınız.  Bu meslek sizi hangi tarafınızdan tuttu, olmasaydı olur muydunuz?

Güzel, dersinize iyi çalışmışsınız. Liseden sonra okumak isteyince, rahmetli babama şöyle diyorlar: “Sen nasıl okutacaksın, varlığın yok, işin yok…Üniversite çok para gerektirir, senin buna gücün yetmez”  insanlar bilmiyor, annem cahil, babam okuma yazması olan ama okul yüzü görmemiş bir insan. Babam da “Okutamam” demiş. Yandaki komşunun tütün işinde çalışacak işçiye ihtiyacı varmış. Ben de iyi tütün kırardım. 3 gün karşılığında 100 lira verdim ve ben o parayla İzmir’e gidip, sınavlara girdim. Üzüldük, iş aradık, ben bir köfteci dükkanında garsonluk işi buldum. Bu işi bulduğum için sevinçle babamın yanına gittim, o da ücretle odun kırıyordu. Dedim ki, “İş buldum” –Ne iş buldun, dedi. Köfteci dükkanında garsonluk yapacağımı söyledim. Haftada 20 lira verecekler, yemek içmek onlardan. Baltayı kaldırdı havaya, “Bu baltayla senin kafanı ikiye yararım, ben seni garsonluk yapasın diye mi okuttum, git dersini çalış, önümüzdeki sınavlara hazırlan, bundan sonra gerekirse cami önünde mendil açacağım ama okutacağım” dedi.  Ben bir muhasebecinin yanında iş buldum. Gazetecilik özeldi, o yıl resmi okul haline geldi ve ben de müracaat ettim. Öylece Ankara macerası başladı.

“MUHAFAZAKAR, DİNDAR KİMLİĞİMİ KAYBETMEDİM”

Uzun yıllar “Türkiye Gazetesi”nde çalıştınız. Sanırım 21 yıldır Akit’te”siniz...  “Gazetecilik heyecan ve hareket mesleğidir... Gazetecilik memurluk değildir... Bu meslekte mesai ve gece-gündüz mefhumları düşünülemez... Gazetecilik, böyle düşünenleri bünyesinden atar.” dediniz. Akit’in bünyesindeki doku uyumunuz nereden geliyordu?

Türkiye Gazetesinden önce Ankara’da Barış Gazetesi, Hür Anadolu, Başkent Gazeteleri var. Her insanın olduğu gibi benim de dünyaya ve ahret hayatına dair görüşlerim var. Yetişme tarzım öyleydi. Muhafazakar, dindar bir ailenin çocuğuyum. Bu kimliğimi kaybetmedim. Ankara’daki 5 yıllık meslek hayatından sonra İstanbul’a geldim. Mili Gazeteye geldim, 8 yıl orada çalıştım, Türkiye Gazetesinde 9 yıl çalıştım, Akit’te 21-22 yıl, kuruluşundan beri bulunmaktayım. İnancımın emrettiği şekilde çalışabileceğim, kendimi ifade edebileceğim bir gazete olduğu için burayı tercih ettim. Geçmişte Mili Gazeteyi, Türkiye’yi tercih etme sebebimle Akit’i tercih etme sebebim aynı. 

“TAZMİNAT LİNÇİNDEN KURTULMAK İÇİN VAKİT, AKİT OLDU”

2001’de Akit Gazetesi ekonomik kriz nedeniyle yayın hayatına son verme kararı aldığında, "Susmamak için; gerçekleri haykırabilmek için, bir karar arefesindeyiz bugünlerde!..."diye yazdınız. Akit, vakit, yeni akit…kendinizi kapatılıp başka isimle çıkan bir parti gibi görüyor musunuz? neden bu diğer gazetelerin değil de sizin gurubun başına geliyor?

Bu süreç tamamen 28 Şubat süreci. Yani post modern darbelerin yapıldığı ve askeri vesayetin zirvede olduğu yıllardı. O yıllarda bu bina çok yoğun saldırılara, baskınlara maruz kaldı. 312 General tarafından dünyada eşi benzeri görülmeyen bir davaya maruz kaldık. Bizden istenen para, 624 milyar liraydı, dava sonlandığında 1,5 trilyonu bulan bir meblua ile karşı karşıyaydık. O parayı bir gazetenin hele hele Akit gibi kendi yağında kavrulan bir gazetenin o parayı ödemesi mümkün değildi. Ve biz gazeteyi kapatmaya karar verdik. Vakit kapatıldı, Akit oldu, bu tazminat linçinden kurtulmak için. 

“BU MESLEĞE İŞ OLSUN DİYE BAŞLAMADIM”

Ertuğrul Özkök sizin için: “İslami kesimde, medya gerçeğini en iyi bilen ve gazetecilik zekásı en fazla yazarlardan biridir.” diye yazmıştı. Bu zekanın sizi rahatsız ettiği oluyor mu?

Belki inancımın getirdiği bazı özellikler dolayısıyla bu mesleğe, iş olsun diye değil, gerçekten severek başladım. 1960’lı yılların ortalarıydı. Dönemin Başbakanı Demirel, Salihli’ye gelmişti. Orada bir gazetecinin telaşını, heyecanını gördüm. Teyipler uzatıyor, o sesi alabilmek istiyor…o gün gazeteci olmaya karar verdim. O zamana kadar gazetecilik okulu olduğunu da bilmiyordum. O gün doğan ilgi ve sevgi beni bu mesleğe taşıdı.

“YAZILARIMIN ARKASINDAYIM”

Bu mesleğin içinde de meslek sahip oldunuz….“Gerçi, Başbakan Tayyip Erdoğan gibi “eski bir futbolcu” değilim ama, yine de ayağıma gelen topu geri çevirmem...”diye yazmıştınız. Kendi kalenize attığınız toplar, yani konular oldu mu?

Mutlaka her olay kendi şartları içerisinde değerlendirilmeli. Yani o günün şartları içerisinde.  O olayı kendi şartları içerisinde değerlendirirseniz, o gün yapılan doğrudur veya yanlıştır. Ben o günün kendi şartları içerisinde yaşadıklarımı veya yazdıklarımı inkar edecek değilim. O yazıların arkasındayım. 

“MANYAKLIK DERECESİNDE DUYGUSALIM”

Zaten özeleştiriyi siz de yapıyorsunuz…“38 yıllık meslek hayatı”mda; her “insan”ın olduğu gibi, benim de çok “hata”larım, çok “yanlış”larım olmuştur... “Olgu-algı” meselesinde, bir olayı yanlış algılayıp, yanlış yorum yaptığım da olmuştur...” demiştiniz. Olgu veya algıları yönetirken duygusal davrandığınız oluyor mu?

Ben yaradılış itibariyle duygusalım. Hatta bunu şöyle ifade ederim:” Manyaklık derecesinde duygusalım” Bunu bazı arkadaşlarımın“Hakikaten manyaklık derecesinde duygusalsın” dediği olmuştur. Kitleleri yönlendirmek, insanlara bir şeyler sunmak değil….Ben kalemi elime aldığımda aslında karşıma bir insan alıyorum ve ben ona hitap ediyorum. Duygusallığımın içerisine; tarihsel perspektifler giriyor, olayın perde arkasında bana ulaşan bilgiler giriyor, yani okuyucuyla hem duygularımı, hem de bilgilerimi paylaşıyorum. Ama duygusallığım inkar edilemez. 

“KÜFÜR ETTİKLERİM HAK ETMİŞLERDİR”

Duygusallık mı sizi o noktaya getiriyor, bazen coşkuyla yazdığınızda küfürlü ve hakaretamiz sözler sarf ediyorsunuz. Yine de küfürden kaçınma çabanızı hadislerle ortaya koyuyorsunuz: “3 şey için çok geçtir: Ağızdan çıkan söz, Yaydan çıkan ok, Geçen zaman.”Bunu bile bile yapmanız neden?

Bir olay anlatayım. 28 Şubat günleri…Bir arkadaşım haçta…Kızı imam hatipte okuyor…Ve kızın bir baba şefkatine veya desteğine ihtiyacı vardı ama babası yoktu. Ertesi günü başörtüsü yasağına protesto için eylem yapacaklar, beni aradı, ben de bunun üzerine “Yarın bir muhabir gönderirim” dedim ama “Hasan amca sen de gelecek misin?” dedi. Yani o, orada bir amca, baba desteğine ihtiyaç duyuyordu. Bu ve benzeri hadiseler, zaten duygusal olan beni, daha çok yaralıyor, o duygu patlaması içerisinde yazıların bazıları yazılıyor, evet küfür ettiklerim oldu, hakaret ettiklerim oldu ama küfür ettiklerim de, hakaret ettiklerim de, o günkü şartlarda o günkü hakaretleri, eleştirileri hak etmişlerdir. 

“HAKİMLER, TÜRK MİLLETİNİN İNANÇLARINDAN HABERDAR DEĞİL”

Hak ettiklerini söyleseniz de, hak etmediğini düşünenler sizi dava ediyor….Sizin örneğin Seyfi Oktay'a hakaret ettiğiniz için, mahkemeye verildiğiniz, İfadenizde ‘‘O yazıyı ben yazmadım. Kırıkkale'de falanca adreste oturan filanca şahıs yazmıştı’’ diye kendinizi savunduğunuz iddia edilmişti. Savunmalarınız size yalan söyletti mi hiç?

Bizim hakimlerimiz , adalet mekanizması kararlarının başına “Türk milleti adına” diye yazarlar. Türk milleti adına karar verirler, adaleti Türk milleti adına dağıtırlar fakat özellikle 28 Şubat süreci için söylüyorum: “Hakimlerin Türk milletinin hassasiyetinden, Türk milletinin örf ve adetlerinden, inançlarından yeteri kadar haberdar olduklarına inanmıyorum. Geçmişte Medine Bircan vakası yaşandı ve bu kadın Çapa Tıp Fakültesinde bir servisten bir servise nakledileceği sırada yakınlarından başı açık bir fotoğraf istendi. Oğlu da gitti, photoshopta annesine peruk takıp, belgeye yapıştırdı, o evrakla ancak bir servisten bir servise nakledilebildi. 28 Şubat sürecinde Nur Serter’in rektör yardımcısı ve Kemal Alemdaroğlu’nun rektör olduğu dönemde bu yaşandı. Ben bu olayı yazdığımdan dolayı ben yargılandım. Hakimlerin karşısında bu olayı anlatırken, Hakim: “Ne anlatıyorsun sen, sen uzaydan mı geldin?” dercesine baktı yüzüme. Türkiye’de böyle şeyler de mi oluyor? der gibi baktı, inanmadı…Sen bunların olduğuna inanmıyorsan, bir tarafın gazetelerini okuyor , bir tarafın televizyonlarını izliyor da, bu tarafa bakmıyorsan, senden adalet çıkmaz. Senin verdiğin karar, Türk milleti adına olmaz. Bu durumda ya hapsi göze alıp, bodoslama her şeyi söyleyeceksin veya kanunu dolacaksın. Yalan söylemek değil, ne yapayım ki başka türlüsünü anlamıyorlar, belki de öyle söylememi istiyorlar.

“GÖRÜŞLERİMİ İNANÇLARIM ŞEKİLLENDİRDİ”

28 Şubat’ın mimarlarından olduğunu söylediğiniz Güven Erkaya kanserden öldüğünde ‘N’oldum' değil de ‘N’olacağım' deseydi, belki üzülürdüm ölümüne. Ama elimde değil, üzülemiyorum. Merhametinizin eşiği nedir, 28 Şubat neden sizin için namus meselesi gibi?

Sadece 28 Şubat meselesi değil. Türkiye toplumu, sadece 90 yıllık, cumhuriyetle var olmuş bir toplum değil. Kökleri daha gerilere giden, Selçukluya kadar uzanan ama bir kavşak noktasında İslam’ı kabul etmiş bir toplum. Ben muhafazakar ve Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğimi söylemiştim. İnançlarımı, örf ve adetlerimi oluşturan, benim inançlarım oldu. Sadece benim değil aslında, bütün insanlığın görüş ve düşüncelerini oluşturan dini inanışlarıdır. Bu her din için geçerlidir. Bu inançlar, o yazıları yazmamda, o duygu patlamalarını yaşamamda etkili oldu. Bugün de Soma faciası yaşadık. Acı ve yas içerisindeyiz. Ama bu acı ve yasa rağmen bu ülke üzerinde ameliyat yapmak isteyen bazı çevreler var, dolayısıyla 28 Şubat’ta askeri cuntaya karşı nasıl bir duruş sergilemişsem, bugün de paralel medya vesayetine karşı aynı duruşu sergiliyorum. Benim sancım, sadece kavgam sadece 28 Şubat’la sınırlı değil. 

“TAYYİP BEY’LE ÇAMURLU YOLLARDA BERABER YÜRÜDÜK”

“SİYASİ HESAPLAR İÇERİSİNE GİRMEDİM”

Yıl 1983…Siz Millî Gazete’nin Yazı İşleri Müdürü, Tayyip Erdoğan da, Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı…O yıllarda Topkapı’nın çamurlu yollarında beraber yürüdüğünüzü ifade ediyorsunuz bir yazınızda. Onunla yürüyen için nasıl bir şanstan söz edebilirsiniz?

Milli Gazetede o dönem bazı sıkıntılarımız olduğunda, Tayyip bey üzerinden ilgili yerlere iletilmesini sağlardık. O da zaman zaman gazeteye gelirdi, sohbet ederdik. İzbe yollardan geçiyorduk, ayakkabılarımız çıkacak derecede balçık olurduk, o zamanlar Tayyip bey, Topkapı’nın mezbelelik haline bakıp: “Hasancığım Allah nasip ederse bir gün bize görev, hizmet etmek nasip olursa ilk işlerimden birisi Topkapı’yı mezbelelik olmaktan çıkartıp, ecdadımıza yaraşır hale getirmek” dedi. 99’da Belediye Başkanı olduğunda ilk yaptığı icraatlardan bir tanesi Topkapı’yı mezbelelik olmaktan kurtarmak, Anadolu otogarını kapatmak ve orayı yaşayan bir müze haline getirmekti.  1983’te beraber yürüdük biz yollarda. Biz Tayyip beyle beraber yürüdük bu çamurlarda. Ama Tayyip bey ile dostluğumuz hala devam ediyor. Tayyip Beyle yürüyenlerin bir yerlere gelmesi, bir tercih meselesi. Ben onunla siyasi platformda değil ama medya platformunda kendime düşen işi yapmak gerektiğini, aşık olduğum işi yapmak gerektiğini düşündüm, siyasi hesapların içine girmedim. Girseydim belki de bugün milletvekili idim, Bakan idim, böyle bir ısrarın içerisinde olsaydım belki olurdu. Ama ben gazeteci kalmayı tercih ettim. 

“ERDOĞAN’IN BİR AĞABEY OLARAK BU ÜLKEYE VERECEĞİ ÇOK ŞEY VAR”

Erdoğan RP İl Başkanlığı’ndan bu yana, tam “30 yıl”dır “sizin gündeminizde”... 1994’ten beri İstanbul’un, son 12 yıldır da Türkiye’nin gündeminde...Hatta diğer partilerin, yazarların, aydınların gündemindeki yerine hiç girmiyorum. Sizce o ne zaman gündemden düşer?

Tayyip beyin şöyle bir ifadesi var: “Biz ölünce yoruluruz” Herhalde nefes aldığı müddetçe, Türkiye’nin hayrı için mücadele etmeye devam edecektir diye düşünüyorum. Geçtiğimiz yıllarda çılgın projelerini açıkladı. 2023 Türkiye’sinin idealini anlattı. “Biz 2023’e taşırız, bizim çocuklarımız 2071’e taşırlar” gibi ifadeler paylaştı. İleriyi gören, bunu ideal olarak ortaya koyan bir lider. Dolayısıyla böyle bir insanın illa Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak değil, illa siyasetçi olarak değil belki ileride büyük bir ağabey olarak bu ülkeye vereceği çok şey olduğunu düşünüyorum. 

“OYLAR TAYYİP ERDOĞAN’IN UZUN ADAMLIĞINA DEĞİL”

Sakın “Uzun Adam”ı yalnız bırakmayın!.. Yoksa, “nakavt” olursunuz!.. Hem de, “teknik nakavt!” Bilmem, anlatabildim mi?!?.dediniz….uzun adam yalnız kalırsa nasıl bir teknik sorun yaşarız?

Oradaki teknik nakavt ifadesi, Pensilvanya’ya, Fethullah Gülen’e aittir. Kasetlerinde söylediği bir sözdür. “Gizlenin, direnin, gücünüz zayıf olduğu müddetçe uzun adamla veya güçlülerle mücadele etmeniz mümkün değildir, onları ancak teknik nakavtla alt edebilirsiniz” gibi bir ifadesi var. Bugün Başbakan 30 Mart öncesi mitinglerinde ve ondan sonraki ifadelerinde “İnlerine gireceğiz” diyor, o ifade ortadayken ve millet tarafından kabul görmüşken, Tayyip Erdoğan’ın başka bir mücadele içerisine girmesi mümkün değil. Çünkü Bu mücadeleyi Türkiye’nin istiklali mücadelesi olarak görüyor. Dolayısıyla son seçimlerinde aldıkları oylar, Türkiye’nin hayrına çalışan bir lider olduğu ve bundan sonra Türkiye’nin hayrına işler yapacak bir lider olduğuna inanılan bir lider olduğu için verildi. Yoksa o oylar, Tayyip Erdoğan’ın boyuna, posuna, uzun adamlığına değil. 

“PARTİLİ CUMHURBAŞKANI DA PEKALA OLABİLİR”

Oyların nereye gittiğine bakarsak, üstleneceği görev belli…ama siz şunu dediniz: “Dün, “devletin valisi” olması gereken insanlar, nasıl “partili” olabilmişse; bugün de, “devletin başkanı” olacak kişiler, pekalâ “partili” olabilir!..” Erdoğan’a Cumhurbaşkanlığı dışında nasıl bir makam-mevkiyi uygun görüyorsunuz? Ak Partide kimler partilileşir?

O örnekte başta bahsettiğim kişi Atatürk’tü. Kendisi hem Cumhurbaşkanı idi, hem de CHP’nin başındaydı. Daha sonra Nevzat Tandoğan örneği var. Hem CHP İl Başkanıydı, hem CHP’nin Belediye Başkanı idi, hem de CHP’nin Ankara Valisi idi. Yani üç karpuzu tek koltukta yürütüyordu. O dönemlerde bunlar yapılıyorsa, partili Cumhurbaşkanı da pekala olabilir tezini güçlendirmek için söyledim, hala da arkasındayım. Ancak Tayyip Erdoğan partili Cumhurbaşkanı hatta Cumhurbaşkanı olur mu olmaz mı, henüz netleşmiş değil.  Gerçi Soma’daki facia dolayısıyla siyaset gündemine ara verilmiş olsa da, önümüzdeki haftalarda tartışılmaya başlanacaktır. Ama Başbakan köşke mi gidecektir, başkasını mı gönderecektir veya Abdullah Gül mü orada kalacaktır hala netleştiğini zannetmiyorum. İstişareler sonucunda net karar Haziran’ın ilk haftasını bulur.

“GÖNLÜMÜZ ERDOĞAN’IN CUMHURBAŞKANI OLMASI, MANTIĞIMIZ BAŞBAKAN KALMASINDAN YANA” 

Cumhurbaşkanlığı konusunda halkın “mantığı” başka şeyler söylüyor, “gönlü” başka şeyler...demiştiniz. Sizin mantığınız ne söylüyor, gönlünüz ne?

Ben de halkın içinden bir insan olarak o mantığa katılıyorum. Ben de halk gibi düşünüyorum. İnsanların gönlü istiyor ki, Tayyip Erdoğan köşke çıksın. Türkiye tarihinde bir ilk yaşanacak, halk ilk defa oy kullanacak, Cumhurbaşkanlığı değil, Devlet Başkanlığı kavramı Türkiye siyasetine girmiş olacak. Bundan dolayı Tayyip Erdoğan ilklerin adamı olduğu için, bir ilki daha gerçekleştirip, köşke çıkmasını gönlümüz arzu ediyor ama mantık da; paralel devletle mücadele konusunda, Türkiye’nin istiklali için böyle bir savaşın yapılmasını gerekli görüyorsa bunu ancak Başbakan olarak yapabilir, Başbakan olarak kalsın, diyor. Biz mantığımız ve gönlümüz arasında gidip geliyoruz. Netleştikten sonra inşallah Allah hayırlısını nasip eder….

“BİZ BİR NESİL YETİŞTİRDİK”

Yılmaz Özdil’in memleket sorunlarının çözülmesi için …“Hasan Karakaya’sız hiç olmaz” dediği bir önerisi vardı Başbakan destekçilerinin hepsini  toplayarak: “Hepinize hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyorum, hepinizi işten atıyorum dese memlekette sorun kalmayacak” diye yazmıştı. Siz gündem oluşturmakta kendinizi vazifelendirdiniz mi? ya da neyle vazifelisiniz?

Benim insanlar ı etkilemek gibi, gündem oluşturmak ve onları yönlendirmek gibi herhangi bir kaygım kesinlikle yok. Ben sadece o günün aktüel olayını, insanlara sohbet havası içerisinde aktarıyorum. Ben olanı ve kendi düşüncelerimi, bazen de onlardan gelen güzel düşünceleri paylaşıyorum. Ben bu gazetede 22 yıldır, meslek hayatımda 40 yılı aşkın yazıyorum. Bir nesil yetiştirdiğimizi düşünüyorum. Vakit yayın hayatına başladığında henüz ilkokulda olan insanlar, bugün üniversiteleri bitirdiler ve iş hayatına atıldılar. Ve ben bir çoklarından duyuyorum ki: “Sizinle büyüdük, bizi siz şekillendirdiniz” Ne mutlu bana ki, o yazılarla şekillenmiş insanlar. Belki doğruyu görmüşler, belki benden nefret de etmiş olabilir ama ben sadece kendi kafamdaki düşünceyi ve sevgiyi onlara vermeye çalıştım. 

“GERİLİM İKİ TARAFLIDIR”

“HERŞEYİ YAZAMAYAN BENİM”

“ÖMRÜM GÜLEN’İN CEZALARINI KARŞILAMAYA YETMEZ”

Ama Başbakan, “Kimin içkisine karışılıyor? Herkes aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyor” dediğinde, Siz, “Az bile söylemiş.Zıkkım içsinler.” İfadesini kullandınız. Ortamın daha da gerilmesine, tarafların daha da kutuplaşmasına yardımcı oluyor görünmeniz neden?  

Gerilimden bahsediyoruz. Gerilim olayında ben her zaman şu örneği veririm. Bir ip var elinizde. Bu ipin gerilebilmesi için diğer ucundan da bir başkasının tutması gerekir. Eğer ipi diğer taraf asılmıyorsa, germiyorsa, o ip gerilmez. Bugün kartel medya dediğimiz paralel medya ve paralelin paralelindeki medya organları ittifak halindeler. Niye bu insanların ortamı gerdikleri düşünülmüyor da, Hasan Karakaya’nın ortamı gerdiği düşünülüyor? Türkiye’de hakikaten özgürlükler var. Başbakanın sadece kendisine değil; kızına, karısına, oğluna hatta anasına özgürce küfreden bir medya organı var. Freedom House denilen yayın organı, medya özgürlüğünü, özgür değil sınıfına sokmuş olsa da, CIA’nin güdümündeki bir kuruluş olması hasebiyle ben onları pek ciddiye almıyorum ancak Türkiye’de hakikaten herkes her şeyi yazabiliyor. Asıl yazamayan benim. Sormak lazım,  Tayyip Erdoğan ve kurmayları, özgür olmadıklarını iddia eden gazeteler hakkında kaç dava açmışlar? Bir de dershane tartışmalarıyla başlayan ve bugüne kadar gelen süreçte Fethullah Gülen’in avukatları ve onun yakınları tarafından bana açılan kaç dava var? Gazeteme açılan dava sayısı 150’ye yaklaşıyor. Bana açılan dava sayısı 50’yi de geçti. Borsa gibi sürekli oynuyor. Ve benim 50 yıla yakın hapsimi, 350 milyar para cezası istiyorlar. Bunların hepsi onların lehine sonuçlanırsa, benim ömrüm hapisten çıkmaya yetmez. 

“BUNLAR CHP İKTİDAR OLAMADIĞI İÇİN HALKA DÜŞMANLAR”

“MADENCİNİN ÇİZME OLAYINI, EVLERİNE AYAKKABIYLA GİRENLER ANLAMAZLAR”

“YILMAZ ÖZDİL’LERİN ACISI SOMA ACISI DEĞİL, KUYRUK ACISI”

“GEZİ, DARBE GİRİŞİMİYDİ”

Yılmaz Özdil’i Soma’daki olaylarla ilgili “Size herşey müstahak” deme noktasına getiren şeyin ne olduğunu merak ediyorum. O tarafın kini sizinkinden daha mı büyük?

Evet çok daha yüksek. Sadece kin, öfke, hınç….14 Mayıs 1950’den bu yana İttihat ve Terakki’ye uzanan bir zihniyet var. Millete buyurgan, Ankara sokaklarına, Kızılay’ına sokmayan bir zihniyet var, onu hor gören ve Nevzat Tandoğan’ın ifadesiyle: “Ulan öküz Anadolulu, komünizm senin neyine, eğer komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” diyen bir zihniyet. Bu zihniyetin bugünkü uzantıları Yılmaz Özdil’lerdir ve diğerleridir. Bunlar bu millete düşmanlar. 14 Mayıs 1950’den bu yana CHP’yi ve o siyasi yapıyı iktidar yapmadığı için, ona oy vermediği için bu millete düşmanlar. O düşmanlıkların gereği olarak da böyle konuşuyorlar. Zaten Yılmaz Özdil tek başına müstahaksınız demiyor, siz Ak Parti mitinglerine gittiniz, orada “Yaşa Tayyip Erdoğan” diye sloganlar attınız, otobüslere dolup mitinglere gittiniz, bu yüzden başınıza gelen bu musibet müstahaktır, diyor. Bunun karşısına çıktığınız zaman; bu faşistliktir, kara faşistliktir, kızıl faşistliktir, insanlık değildir, insafsızlıktır dediğiniz zaman sen “geriyor” oluyorsun. Biz ortamı geriyoruz ama beyefendiler germiyorlar. Aşağıladıkları, horladıkları Yeni Kapı mitingi sonrasında, “Bunlar makarna yedikleri için boyları kısa kaldı, bunlar koltuklarının altında gazete bile taşımayan cahil insanlar” dediler, cahil damgasını bu millete vurdular. Sadece bugün değil, 90 yıldır bunu yapıyorlar. Bazı sanatçılar da, “Dağdaki çobanla, üniversitedeki hocanın oyu aynı olmaz, onu 2-3 sayalım, sayalım ki CHP belki iktidar olur” dediler. Ama bu cahil dedikleri, ötekileştirdikleri bu insanlar, Soma’daki facia sırasında çok güzel bir insanlık dersi verdiler. Murat adındaki işçi, madenden çıkartılıp, ambulansa bindiğinde, “Çizmem kirli, çıkartayım mı?” dediler. Evlerine bile ayakkabıyla giren insanlar o sözün ne anlama geldiğini bilmezler. Türkiye’yi ağlatan o görüntüyü onların hissettiklerini hiç sanmıyorum. Soma’da bir acı var. Taner Yıldız’ın ifadesiyle, “77 Milyon-1” yani 77 milyondan Yılmaz Özdil’i çıkartın, dedi. Bence tarihe geçecek bir laftır. Yılmaz Özdillerin bir acıları var ama bu acı Soma acısı değil, bu acı kuyruk acısı. O acı, Taksim’de üç beş ağaç için kalkıştıkları şey, bir darbe girişimiydi. Ağaç bahane ederek kitleleri harekete geçirmek istediler. Başaramadılar. Arkasından 17-25 Aralık operasyonları yapıldı. Ve adına yolsuzluk ve rüşvet koydular, bu operasyonun amacı da uzun adamdan kurtulmaktı. Tayyip Erdoğan’ı siyaset sahnesinden silmek…Ak Parti devam etsin ama Tayyip Erdoğan olmasın mantığıyla girişilen bir operasyon. Tayyip Erdoğan orada da gardını aldı, bu operasyonu geriye püskürttü. Arkasından 30 Mart seçimlerinde iktidar %30 oy alırsa, “Artık zayıfladın, çek git” diyebilme imkanına sahip olmanın hesaplarını yaptılar ve kirli ittifaklara giriştiler, tuzlu suyla tatlı su ne kadar birbirine karışmaz ise, böylesine birbirine karışmayacak partiler, kişiler, kuruluşlar bir araya geldiler, ittifak kurdular Tayyip Erdoğan’dan kurtulabilmek için. Bütün bunları başaramadılar. Soma faciası ellerine malzeme olarak geçti, ihmaller, kusurlar ve belki de sabotajları fırsat bilerek yine Tayyip Erdoğan’dan kurtulma operasyonu başlattılar, ama yine başaramayacaklar çünkü onlar Soma’nın değil kendi kuyruk acılarını dindirmenin derdindeler. 

“BU OPERASYONDA FETHULLAH GÜLEN YALNIZ DEĞİLDİ”

“SAFMIŞIZ, ALDANMIŞIZ”

Yılmaz Özdil’lerin en büyük acısının CHP’yi iktidara taşımamak olduğunu söylüyorsunuz ama Fethullah Gülen’in derdi neydi? 

Fethullah Gülen hareketi için şunu diyebilirim, Başbakanın ve hükümet üyelerinin ifade ettiği gibi: “safmışız, aldanmışız” Özeleştiri yaparsam, aynı saflığı, aynı aldanmışlığı ben de yaşadım. Çünkü bir insan bir arkadaşına, bir dostuna sarıldığında ona sevgi ile sarıldığını düşünür, bir anlamda ona kendisini teslim eder. Fakat burada paralel yapılanma dediğiniz örgüt, dostça sarılmak için değil sırttan hançerlemek için böyle bir hazırlık içinde olmuşlar. Bunu 7 Şubat 2012’deki MİT krizinde Müsteşar üzerinden Başbakana gitmek ve onu indirmek istediklerinde gördük. Bütün bu süreçler Tayyip Erdoğan’ı indirmeye yönelik. Ben şunu düşünüyorum. Bu operasyonda Fethullah Gülen kesinlikle yalnız değildi.  Arkasında mutlaka bir devlet, bir istihbarat gücü ve mutlaka karanlık birileri var. Türkiye üzerinde emelleri olan birileri var. Dün PKK’yı taşeron olarak kullanıldığı (ve halen de kullanılmak isteniyor) Kürt’üyle, Türk’üyle 50-60 bin insanının canına mal olan 30 yıllık bir süreç yaşadık. Şu anda paralel devlet dediğimiz yapılanma da yine birilerinin taşeronluğunu yapıyor diye düşünüyorum.

“ASIL TEHLİKE PARALEL DEVLET DEĞİL, PARALEL DİN KURMAK”

“GÜLENİZM DİNİ OLUŞTURULMAK İSTENİYOR”

Fethullah Gülen’in niyetini tek başına olmadığını düşündüğünüz için ortaya koyamasanız da…"28 Şubatçılar Post Modern Darbe yapmışlardı. Fethullah Gülen ise, Müslümanlara karşı Dost Modern Darbe girişiminde bulunmuştur" ifadesinde bulunmuştunuz. Gülen’i Müslümanların karşısına aldıran şey neydi sizce?

Bir paralel devletten bahsediyoruz; yargıda, milli eğitimde, maliyede, bir çok devlet organlarına sızma ve yeri geldiğinde harekete geçme operasyonu. 35-40 yıldır sinsi taktik, sinsi emel var. Şu anda sahneye çıktılar, yine de kendilerini gizleyerek böyle bir operasyon içerisindeler. Ancak, burada asıl tehlike, paralel devlet yapılanması değil. Asıl tehlike paralel din kurma. Bizim bir kitabımız var, Kuran-ı Kerim, bir peygamberimiz var Hz Peygamber. Biz Peygamberimiz, Kuran-ı Kerim  ne derse onu yapmakla mükellefiz. Ama bugün Fethullah Gülen ve onun cemaati, Kuran-ı Kerim’deki Yahudilerle ilgili ayetleri değiştirme ve 180 derece tersine yorumlama gibi bir anlayışın içerisine girdiler. İkinci olarak Hz İsa’yı neredeyse haşa Hz Muhammed’in oğlu olarak gören, Hz Meryem’i de bizim Peygamberimizin karısı gibi gören bir anlayışa sahip. Kendi kitaplarında var, internet sitelerinde görülür. Ne hikmetse Peygamberimiz sürekli rüyalarına giriyor, girebilir de ama Peygamberimizin belki de hiç onaylamayacağı şekilde Türkçe olimpiyatlarındaki şölenlere geliyor ve onları destekliyor, Fethullah Gülen ile birlikte onları teftiş ediyorlar ve ‘tweetleri ikiye katlayın’ diyor. Onlar tweetleri değil, Hasan Karakaya’ya davaları ikiye katladılar. Bu da yetmiyor. Bizim uzun yıllar yanında kalan bir yazarımız, onun yerine geçecek insan olarak görülen yazarımız, Haşa Allah ile konuştuğunu söylüyor: “Ben bu kainatı Hz Muhammed için yarattım ama senin için de devam ettiriyorum” Hiç bir dinde, hiçbir inançta, hiçbir ahlakta böyle bir şey yok. Asıl tehlike, bu inancın bu topluma yerleştirilmesidir ki, bazıları uyanıyor bu işe ama maalesef ki cemaat üyelerinin bir çoğu kafalarını kiraya verdikleri için düşünmüyorlar. Toplumda yepyeni bir Gülenizm dini oluşturulmak isteniyor. Ki bunu batılı devletler de istiyor, Amerika da istiyor. Çünkü kendileri Hıristiyanlıkla hiç alakaları kalmayan bir duruma geldiler. 

“SOMA FACİASI OLMASAYDI, BÜYÜK OPERASYON BAŞLAYABİLİRDİ”

“GÜLEN’E KAÇACAK ÜLKE ARAYACAKLAR”

Amerika’nın Gülen'e “Ben kovmayayım sen kendi gönlünle git” diyebileceğini yazdınız. Güney Afrika ülkelerinden birine ya da Kanada'ya gidebileceğini de...Soruşturmaların ciddi noktaya gelmesi halinde Gülen'in Pensilvanya'da duracağını sanmadığınızı belirttiniz. Akıbeti konusundaki öngörüleriniz bunlar mı?

Tayyip Erdoğan bu mücadeleyi bir istiklal mücadelesi olarak görüyor ve inlerine kadar ineceğiz, diyor. Soma’daki facia olmasaydı, belki geniş çaplı bir operasyon başlayabilirdi. O bakımdan Soma’daki facia da biraz kuşkuludur. Bu operasyonu geciktirmek için planlanmış olabilir. Artık paranoya derecesinde bu komplo teorilerini de üretmek durumunda kalıyoruz. Ve bu operasyonlar için düğmeye basılması demek, belki bir çoklarının gözaltına alınması, tutuklanması demektir ama bunları önlemek için Tayyip Erdoğan’ın bir an önce gitmesi gerekiyor, 10 Ağustos’u bile görmemesi gerekiyor, onunla ilgili şayialar ve rüyalar ortalıkta dolaşıyor. Bu dava başarıya ulaşır, Erdoğan bu mücadeleden güçlü olarak çıkarsa, o zaman Fethullah Gülen’e kaçacak ülke aramak düşecek. Ya Kanada’ya ya da Güney Afrika’nın bir şehrine gidecektir. Sahte yeşil kartla kendisini Amerika’ya aldılar, CIA’in, FBI’in ne dolaplar çevirdiğini, onunla temas kurabilmek için kimleri devreye soktuğunu bir çok insan biliyor. Amerika belki, “Misafirimizsin, bunca zaman seni ağırladık, çek git” diyemez ama herhalde bir özel sohbette “Gitsen iyi olur” derler. Ama bütün bu mesele, paralel yapıya karşı mücadelenin varacağı sonuçtan sonra….

“FBI, PARALEL YAPIYA TAKTİKLER VERİYOR”

27 Mayıs Darbeci”lerinin  Menderes ve arkadaşları için hazırladığı “Yassıada Plânı” neyse, “Paralel Yapı”nın Erdoğan ve arkadaşları için hazırladığı plânın da “Yassıada Plânı”ndan hiçbir farkı yoktu!..dediniz. Paralel yapı bu kadar eskiye dayanıyor olabilir mi?

Hayır paralel yapı 1970’li yıllarda Fethullah Gülen ile başlayan bir süreç. Paralel yapıda FBI şefinin taktikleri vardı dendi. Teknik nakavt FBI’in şefi kullanmıştı, biz da akıl hocasının o olduğunu söyledik. 27 Mayıs’ta Adnan Menderes’e karşı yapılanlar;  yolsuzluk ve rüşvet…seçimlere şaibe karıştığı iddiası….ve gençlerin kıyma makinelerinden geçirilip askerlere yedirildiği…bu gençlerin topluca öldürülüp bir yerlere gömüldüğü vs…Gezi olaylarında aynı şeyler yapılmadı mı? Soma faciasındaki tweetlerde, “Burada daha fazla insan vardı, ölü sayısını az göstermek için insanları topluca gömdüler, üzerine beton döktüler” dediler. Başbakan’ın kendisi ifade ediyor: “27 Mayıs’ta Menderes’e neler yapıldıysa bugün bize reva görülenler de onlardır” 27 Mayıs dönemindeki gazetelere bakarsanız, hepsi bugün uygulanan taktikler. 

“YOLSUZLUK-RÜŞVET MUTLAKA VARDIR”

“MUSTAFA DEMİR’İN SUÇU, TÜRGEV YURTLARINA İZİN VERMESİ”

Gezi ile 27 Mayıs’ı eşleştiriyorsunuz….Hatta “Sen gezici, ben gerici yok öyle yağma…Hedef göstermiyoruz... Tam aksine, hedef gösteriliyoruz!” diyorsunuz. 17-25 Aralık operasyonu için de, “durduğum yer” belli olsun diyerek:  Ben, “darbe amaçlı kirli 17-25 Aralık operasyonları”nın, “yolsuzluk ve rüşvetle mücadele” amacıyla yapıldığına kesinlikle inanmadım.” yorumunda bulundunuz. Bu olayları, Uzun adamdan kurtulmak için yaptılar dediniz…Ama Hüseyin Üzmez olayını, “Ölçümüzü, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed koymuş. Bizler de, "İçimizden biri" dahi olsa, eğer hırsızlık yapmış, eğer sarkıntılık işlemiş, kısacası eğer "yanlış, yamuk ve iğrenç bir iş" yapmışsa, onu ne savunuruz, ne de ona sahip çıkarız” şeklinde ifade ettiniz.  17-25 Aralık operasyonu için de geçerli mi bu sözler?

O yazımın başında, “Kızım Fatıma da olsa” demiştim. Peygamberimiz söylemiş bu sözü, zengin, eşraftan bir aile geliyor, suç işlemiş, eli kesilecek belki “Affet” diyorlar, diyor ki: “Kızım Fatıma da olsa buna onay vermem” Hüseyin Üzmez ile ilgili tavrım daha ertesi günü, olay cumartesi meydana geliyor, ben pazartesi günü, “Kızım Fatıma da olsa” yazısını yazdım. O yazının önünde şu var, eğer yolsuzluk, rüşvet varsa sonuna kadar gidilsin, bulunsun. Ben bunu söylerken, “Yolsuzluk, rüşvet yoktur” demiyorum. Mutlaka vardır. Tayyip Erdoğan’ın herkes i kontrol etmesi mümkün değil. Bir Belediye Başkanıdır yolsuzluk yapar, bir meclis üyesidir yolsuzluk yapar, bir Bakandır yolsuzluk yapar, milletvekilidir yolsuzluk yapar ama bunların hesabı sorulacaksa…Fatih Belediye Başkanı ile İran kökenli bir iş adamını aynı torbaya ve aynı suçlamayla koymamak lazım. Bu operasyonda elmalarla armutlar aynı sepete konuldu ve herkese aynı damga vuruldu, kendileri de söylüyor zaten, “Üç ayrı soruşturma” diyorlar, niye hepsini ayrı ayrı soruşturmadınız da, hepsine bir anda karar verdiniz? Kaldı ki bu Reza Zerrap’ın adamı, 150 milyon doları Türkiye’ye sokarken yakalandı, bunu da o günkü gazeteler manşet yaptılar, madem o gün Reza Zerrap bu işi yaptı, tutarsın ensesinden, koyarsın içeriye. Hesabın neyse sorarsın. Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, marmaray üzerinde otel inşaatına izin vermiş,  oraya oteller dizilmiş, suç bu. Fakat daha sonra ortaya çıktı ki, o denilen yerde ne otel var, ne inşaat var, orası otopark olarak kullanılıyor halen. Orada Mustafa Demir’in bir suçu vardı, suçu şuydu: Başbakanın bilgisi dahilinde kurulan ve oğlu ve kızlarının yönetim kurulunda bulunduğu TÜRGEV denilen bir vakıf vardı. Bu vakıf gerçekten fakir, kimsesiz kız öğrencilere sahip çıkan, para almadan hizmet veren bir kuruluş. TÜRGEV Vakfının bu tür yurtlarının artması, paralel yapının işine gelmedi. Çünkü paralel yapının yurtlarında öğrencilerin beyinleri, ablalar ve ağabeyler tarafından yıkanıyordu. Bu TÜRGEV yurtlarına izin vermesi, abi ve ablaların önünü keseceği için Mustafa Demir suçlu göründü, sebep bu. Onlar bu yurtlara karşı oldukları gibi imam hatiplere de karşıdırlar ve dahası kendilerine hangi kişi veya kuruluş rakip olduysa hepsiyle mücadele etmişler ve hepsinde de başarılı olmuşlardır. 

“AKİL İNSANLAR PROJESİ KUTSAL BİR GÖREVDİ”

Bunlardan birisi de PKK’ydı belki de… Hem yerli, hem milli proje dediğiniz akil insanlar heyetindeydiniz. “Akil adam” diye pazarlanmak istenen “Sakil adam”lar! Tabirini de kullandınız. Barış sürecinde akil insanlar göstermelik bir vazife mi üstlendi?

Biz kutsal bir görev icra ettik. İçlerinde benim tasvip etmediğim sakil insanlar dediğim insanların da bulunduğu bir heyetti ama onlar da kendilerine göre bir görev icra ettiler. Ben sakil insanların geneli için söylemedim. O günlerde bazı televizyonlar tarafından pazarlanmak isteyenler için söyledim. Ama sonra aynı çatı altında birleştik. Biz Ege heyetindeydik, 8 kişiydik. Bu 8 kişi, herhalde aradan 80 yıl geçse bir araya gelemeyecek insanlardı. Arzuhandoğan Yalçındağ ile benim ne işim olur, ben hangi ortamda onunla buluşurum? Ama Türkiye’nin menfaati, analar ağlamasın projesinde biz birlikte görev yaptık. O süreçte sürekli şunu söyledik: “Analar ağlamasın, kan dursun, silahlar sussun” Denizli’deki bir şehit anası, evladını 6 yıl önce şehit vermiş bir ana evine misafir olduğumuzda bize şunu söyledi: “Keşke 6 yıl önce gelseydiniz ki benim oğlum da bugün sağ olurdu”.

“AKİL İNSAN GÖREVİMDE BALTAYI DUVARA ASTIM”

Bu fotoğraf karesi içinde kendinizi yadırgadınız mı? Ahmet Hakan, Sizin akil insan seçilmenizden sonra, “Hadi hep beraber “Barış kesin gelir artık” diyerek şarkımızı söyleyelim” diye yazmıştı. Nefret söylemlerinizin olması dolayısıyla bu göreve layık olmadığınız düşünülmüştü. Siz barışcıl bir insan mısınız özünüzde?

Ben manyaklık derecesinde duygusalım derken, hangi görüş ve ideolojiye mensup olursa olsun, eğer konuşacaksak mutlaka ortak bir nokta bulacağımıza inanıyorum, söylem bazında kaldığı sürece, eyleme geçerse o ayrı. Ben göreve seçildikten sonra şunu söyledim: “İki ay süreyle baltayı duvara asıyorum ama dikkat edin baltayı gömmüyorum, sadece duvara asıyorum” Yani 2 ay boyunca bana verilen görevi hakkıyla yerine getirebilmek için elimden gelen çabayı göstereceğim. Ve ekipteki bazı arkadaşlarımızın ifadesiyle aralarında en yaşlısı bendim ama en büyük performansı da ben gösterdim, hiç eksik bıraktığım bir gezi olmadı. Bunu gerçekten bu ülkeyi sevdiğim için yaptım. 

“YENİ CHP NEREDE?”

“TAYYİP ERDOĞAN’DA BİR TILSIM VAR”

Bu ülkeyi sevdiğiniz için CHP’ye yol bile gösterdiniz. CHP ve Kılıçdaroğlu yazılarınızın büyük bir çoğunluğunu zaptediyordu. Ama bir yerde yaptığınız tespit, eşine az rastlanır cinstendi…”CHP’nin kurtuluşu için tek yol: AK Parti’ye iltihak!” Bir türlü iktidar olamayan CHP’nin tek çaresi bu mu?

Bu ironik bir tespit. Buna hiciv diyelim. CHP’nin gerisinde, genlerindeki düşüncelerin neler olduğunu az önce paylaştım. O dönemde Aşık Veysel gibi, Atatürk tarafından davet edilen bir adamın, Ulus’a çıkması yasaktı çünkü ayağında potur var diye. O zihniyet CHP’de ve CHP’nin safında yer alanlarda devam ediyor. Kemal Kılıçdaroğlu, kasetle geldi ama “Ben yeni CHP’yi oluşturacağım” diye bir iddiası vardı. Ümide kapıldık. Çarşaflılara rozetler taktılar, üniversitelerde kız öğrenciler özgürce okuyabilmeli dedi ama sabahleyin Radikal Gazetesinde manşet oldu, sabahleyin yalanladı ben öyle demek istemedim, diye. Aynı çarşaflılar Mersin’de CHP’li kadınlar tarafından ayaklar altına alınıp çiğnendi. Peki yeni CHP nerede? Halkın değerlerini sevmek zorunda değilsin ama saygı göster. Hiçbir zaman yanlışçlıklar iltifak etmiyor. Bu millet ANAP, MSP, RP, Ak Parti çizgisinde olanlara oy vermiş ve Tayyip Erdoğan’ı niye içimizden biri olarak görmüş? Tayyip Erdoğan için, despot, diktatör diyorlar ama bu millet niye seviyor, salak mı bu millet? Niye onu kimsesizlerin kimsesi, derman, kurtarıcı olarak görüyor? Demek ki burada bir tılsım var. Bu millet için sen ne yapıyorsun? Milleti kucakla, bir kız çocuğunu al, sev. Bu zihniyetin Cumhurbaşkanı yaptığı Ahmet Necdet Sezer’i gördük, neredeyse iki metre ileriden tokalaşıyordu, parmağının ucu değiyordu, böyle bir yakınlaşmayla bu millet sana oy vermez. İlle iktidar olacaksan, ya bu millete döneceksin, inançlarına saygı göstereceksin, seçim talimatlarında sakın ayakkabılarınızla evlerine girmeyin demişlerdi. Bu millet o kadar hassas ki! Soma’daki işçi Murat’ın çizme örneğinde olduğu gibi…

“BAYKAL İLE KILIÇDAROĞLU ARASINDA BİR FARK YOK”

“HERKESE TAZMİNAT VERE VERE AYAĞIMDA BİR DONUM KALDI, ONU DA TEMİZ VERMEM”

Sempatiklik mevzusunda Kılıçdaroğlu daha çok puan topladı ama kar etmedi… Baykal, ”Politik Bunama” ve  “Baykal, GB'ye Attığı İmzayı Unuttu mu?” başlıklı haberler nedeniyle size dava açmıştı. Kılıçdaroğlu tarafından o şerefe nail oldunuz mu? Baykal’ı arar noktada mısınız?

Al birini vur ötekine. Baykal ile Kılıçdaroğlu arasında herhangi bir fark görmüyorum. Baykal Gümrük Birliğinin altına imza attı, hala o fikrimin arkasındayım, o hayır atmadım dedi, dava etti ve kazandı. Gerçi o parayı tahsilata koyup da, o parayı benden alma girişiminde bulunmadı. Kılıçdaroğlu da bir suç duyurusunda bulundu, fakat savcılık takipsizlik kararı verdi,  Başbakan Erdoğan’a karşı çok sert saldırılarda bulunuluyor ama mahkemelerimiz genelde diyor ki, “Eğer sen bu makamda oturuyorsan buna katlanmak zorundasın” Aynı şekilde Demirel de, baş örtülü kızlar için, “Niye Türkiye’de bunun mücadelesini veriyorsunuz, gidin Sudi Arabistan’a dediğinde”, Ben “Dün dündür, bugün bugündür” diyerek eleştirel bir yazı yazmıştım, 50 milyarlık bir tazminat davası açmıştı, yalnız bugüne kadar açılmış tazminat davalarından sonra “Herkese tazminat vere vere ayağımda bir donum kaldı, onu da temiz vermem sana” dedim, ve ondan sonra o davada kapandı. 

“28 ŞUBAT’IN EN BÜYÜK DÜŞMANI ŞERİATTI”

“DEVLETİN HEP BİR DÜŞMANI OLDU”

“ŞERİAT KABUSU HİÇ BİR ZAMAN OLMADI”

14 gazeteyi incelediğinizde, 216 açık kadın fotoğrafına karşılık, 5 tane kapalı kadın fotoğrafı bulduğunu tespit ederek, ‘Evet, Türkiye’de ‘irtica’ vardır…Hem de ‘yeraltında’ diye yazmıştınız. Yeraltında uyuyan irticayı ne uyandırır? Ak Parti şeriat getirecek kabusu bitti mi?

O kabus hiçbir zaman olmadı ki. Kafalarda öyle bir paranoya var. CHP’nin ilk dönemlerinde, bu kış komünizm gelecek korkusu bu kitlelere empoze edildi. Hatta Atatürk’ün demediği halde “En büyük tehlike komünizmdir” vecizesi olduğunu duvarlara ve kitaplara da yazdılar. Bir dönem tehlike olarak milliyetçilik görülmüş, bir dönem sosyal demokrasi veya komünizm görülmüş, daha sonra da din görülmüş, bu sürelerde de din kötülenirken milliyetçilik öne çıkartılmış ama devletin hep bir düşmanı olmuş. 28 Şubat’ın en büyük düşmanı da, şeriattı. 28 Şubat darbesini yapanlar, Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve İkinci Başkanı Çevik Bir’e sormak lazım, 27 Şubat’ta neredeydiniz diye çünkü İsrail’deydiler, ve ağlama duvarındaydılar. Çevik Bir şunu yazdı: “Biz Erbakan iktidarı ile mücadele ettik çünkü Erbakan iktidarı Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini bozmak istiyordu, oysa biz Türkiye’nin İsrail ile münasebetlerinin devamını şiddetle arzu ediyorduk ve bu adıma ters olduğu için onu iktidardan düşürdük. Hani nerede irtica? Devlet veya kendisini devlet sananlar mutlaka kendilerine bir düşman bulmuşlar ve onunla mücadele etmişler, PKK’nın kuruluş yıllarına gittiğimizde arkalarında hangi güçlerin olduğunu da görürüz. 

“HAŞİM KILIÇ’IN IBDA-C ÖRGÜTÜYLE FOTOĞRAFLARI YAYINLANDI”

“HAŞİM KILIÇ’I DOSTÇA İKAZ ETTİM”

Üniversitelere başörtüsü takma serbestisi getiren Anayasa düzenlemesinin iptaline ve yürürlüğünün durdurulmasına karar veren Anayasa Mahkemesi üyelerine hakaretten hakkınızda dava açılmıştı. Yasaklar ile başlayıp, Haşim Kılıç’ın meydan okumalarına ve Feyzioğlu’nun çıkışlarına kadar varan süreci Başbakan iyi yönetti mi sizce?İddialar doğruysa Haşim Kılıç’ın geçmişinin de didik didik edileceğini düşünüyorum, gittiği yol yol değil diye yazdınız. Bu sözleriniz şantaj olarak algılandı. Gittiği yol cumhurbaşkanlığı olabilir mi?

Mutlaka CHP’nin aday adayları arasında sayılan isimlerden biri Haşim Kılıç idi, Feyzioğlu’nun Danıştay’ın kuruluş yıl dönümünde yaptığı o konuşmayla şansını kaybettiğini düşünüyorum. Haşim Kılıç’ın evet geçmişi didik edileceğini yazdım evet ki edilmiştir. Kendisinin geçmişte İBDA-C örgütüyle bağlantısının olduğu fotoğraflar yayınlandı. Aslında benim demek istediğim oydu, bunlar yarın ortaya konuşur ve bundan dolayı senin başın ağrır, gömlek değiştirmemiş olabilirsin ama gövdeyi tamamen değiştirme bari. Bunlar dostça bir ikazdı, anlayabilirse. Cumhurbaşkanı adayı gösterilme şansı yine de olabilir ama Tayyip Erdoğan veya Ak Partinin göstereceği bir aday karşısında herhangi bir varlık göstereceğini sanmıyorum.

“YUSUF YERKEL GERÇEKTEN BİR OSMANLI BEYEFENDİSİ”

Başbakanlık müşaviri Yusuf Yerkel’in tekme olayını Yalçın Akdoğan 'Yusuf kendini savundu' diye açıkladı, siz 'Tekmelerine sağlık Yusuf' dediniz. Neden onu haklı gören az sayıda kişiden birisiniz? Görevden alınmasına ne diyorsunuz?

Başbakan ile çıktığımız dış seyahatlerde Yusuf Yerkel’i çok yakından tanıyan birisiyim. Gerçekten edep timsali insanlar için, Osmanlı Beyefendisi deriz ya, benim gözümde Yusuf Yerkel gerçekten bir Osmanlı beyefendisi. Sesini hiç yükseltmeyen, sürekli alçak sesle konuşan ve herkese saygıyla, edeple davranan bir çocuk. Böyle bir delikanlı eğer o tekmeyi atacak derece öfkelenmişse, mutlaka bir sebebi vardır. O sebebi araştırdıktan sonra öğrendim, göstericiler, o konvoydaki arabaların camlarını tuz buz ediyorlar, arkasından Tayyip Erdoğan’a ve hemen arkasından Yusuf Yerkel’e küfrediyor, bununla da yetinmiyor yakasını çekiyor, “Ulan sana söylüyorum” diyor ve darp etmeye yelteniyor, korumalar devreye giriyor, koşmaya başlıyor, Yusuf da peşinden koşuyor, kendime hakim olamadığım için üzgünüm ifadesini kullandı. Nihayetinde insanız, insanlar istem dışı hareketlerde bulunabilir. Yapılmasaydı daha iyi olurdu ama Yusuf’u tanıyan birisi olarak destek olmak gerektiğine inandım.  

“YUSUF YERKEL GÖREVDEN ALINMAMALIYDI”

“TEKME OLAYINDA MEDYA BASKISI GALİP GELDİ”

Nihal Bengisu, o tekme sana ait değil sen müşavirsin dedi…

Müşavir de olsa, Başbakan da olsa nihayetinde hepimiz insanız. Biz robot değiliz. Kibarlık Budalılığı yapıp da, içindeki sevgiyi, öfkeyi belli etmemek gibi bir absürtlüğün içine giriyor anlamıyorum. Tepki doğru değildir ama nihayetinde olmuştur. Yusuf gibi edep timsali birinin zivanadan çıkmasını desteklemek durumunda kaldım. İşçi de olsa tahrik eden kişi bir provokatör. Yusuf Yerkel görevden alınmamalıydı. O taraf hep mahalle baskısından şikayet ederdi ya, bu sefer medya baskısı galip geldi. Hükümetin hatasını kabul ettiği şekilde değerlendirmiyorum. 

“BAŞBAKAN İYİ Kİ İNGİLİZCE BİLMİYOR”

Başbakan ile ilginç bir diyalogunuz olmuş…Bir yurt dışı gezisinde kendisine: “Daha fazla İngilizce öğrenme iki kelimenle ortalığı sarstın, dünyayı sarsma” demişsiniz. 

Sanıyorum Endonezya’da, konferansa katılmıştı. Konuşmasını Türkçe yaptı, bir deyim kullandı, gazeteciler o deyimin nasıl çevrileceğini, karşı tarafın yanlış anlamasına müsait olduğunu söylediler, Başbakan da onu İngilizce bilmiyorsun gibi algıladı, “Bana sonunda İngilizce öğreteceksiniz” deyince ben de ‘One Minute’ olayını kastederek: “İyi ki İngilizce bilmiyorsunuz, iki kelime İngilizcenizle bütün dünyayı salladınız” dedim. Türkiye 90 yıllık bir devlet olsa da onun Osmanlıya, Selçukluya uzanan kökleri var. Biz kabile, çadır devleti değiliz. Bugüne kadar Amerikan Başkanlarının arkasında el pençe divan duran Başbakanlarımız oldu. Ama bugün onlar bacak bacak üstüne atıyorsa, kendisi de bacak bacak üstüne atan bir Başbakanımız var, yani ezilmeyen ve aşağılık kompleksine  kapılmayan ve Türk milletinin gücünü temsil eden bir Başbakanımız var. Bu Türkiye yakın zamanda IMF’in 500 milyon dolarına muhtaçken, IMF kapılarına yatak serip onlardan randevu almayı beklerken bugün IMF’ye borç verir bir ülke haline geldi. Kemal Derviş döneminde meclisten 15 günde 15 yasa çıkarttılar. Şeker pancarı, çay, fındık gitmişti. Bütün bunlar üretilmeyecek, batıdan gelecekti. Bugün Türkiye IMF yasalarını bir kenara koydu. Dün hangi yerdeydi Türkiye, bugün hangi noktaya geldi, bunu da Tayyip Erdoğan’a ve Ak Partiye borçluyuz. Ak Parti 2002’de iktidar oldu, o gün hangi özgürlüklerin vardı, bugün hangi özgürlüklerin elinden alındı, herkese bunu soruyorum. Dün içiyordun, bugün içemiyor musun, dün ahlak dışı işler yapıyordun bugün yapamıyor musun? Bazı paranoyak kafalar, şeriat gelecek diyorlar ya…12 yılda Türkiye’de ne değişti, bazı hor görülen kızlara okuma özgürlüğünün getirilmesinden ve kat sayı zırhının kaldırılmasın

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x
11. haftanın hakemleri açıklandı
11. haftanın hakemleri açıklandı
Konyaspor'dan  Ali Çamdalı'ya teşekkür
Konyaspor'dan Ali Çamdalı'ya teşekkür